Tayland yolculuğumuzun akabinde bir de Hong Kong yolculuğumuz olmuştu. Oradaki can dostlarla kavuşma, dünyanın öbür ucunda eğlenip coşma arzusuyla Türkiye'ye dönmeden önce Hong Kong'a 4 günlük bir gezi gerçekleştirdik. Çok enteresan bir yer olduğunu belirtmeliyim. Bir kere binalar inanılmaz yüksek, alçak bina yok, en alçak bina 30 katlı falan herhalde. Hava alanından arkadaşlarımızın evine giderken üzerinde adresin yazılı olduğu kağıdı çıkarıp 37. katta oturduklarını görünce küçük dilimi yutar gibi oldum!
Tayland'da geçirdiğimiz hipi günlerden sonra şalvarlı sırt çantalı hallerimizle Hong Kong'un şıkırtılı moda takipçilerinin şık kıyafetlerle salındıkları sokaklarında dolaşmak, restoranlarında yemek yemek, orada yaşayanların biraz gözüne batmış olabilir tabi ama okyanustaki adalardan gelmiş olmanın sarhoşluğuyla, pek de umurumuzda olmadı bu doğrusu.

Hong Kong, Çin'e bağlı olmasına rağmen uzun seneler İngiliz yönetiminde kalmış olması ve burada yaşayan batılı nüfusun oldukça yüksek olması sebebiyle, hemen herkesin İngilizce konuştuğu ve batı kültürünün insan hayatlarında önemli ölçüde etkin hale geldiği, şahsına münhasır bir yer haline gelmiş. Dolayısıyla Çin'in herhangi bir yeri ile Hong Kong'un karşılaştırılması pek mümkün değil. Oldukça modern ve batılı tarzda eğlence anlayışının gelişkin olduğu hayatlar yaşanıyor burada. Hong Kong'un önemli bir endüstri ve ticaret merkezi olmasından dolayı, her birisi ayrı önem arz eden ve ayrı mimari değere sahip iş merkezlerini oluşturan gökdelenler, şehrin pek çok yerine yayılmış durumda. Hong Kong'un en turistik aktivitelerinden birisi, her akşam bu gökdelenlerde müzik eşliğinde gerçekleşen ışık ve lazer şovu. Viktorya Limanının her 2 tarafından seyredilebilen bu şov, her akşam adeta turist akınına uğruyor.

Bir tramvay ile çıkılan, Victoria Dağının tepesinden Hong Kong manzarası seyretmek ise Hong Kong'a gidenler için bir başka ritüel. Tüm ada manzarasına muazzam bir bakış sağlayan bu tepeye The Peak deniliyor ve özellikle akşam üzeri çıkıp, hava kararana ve gökdelenlerin ışıkları yanana kadar manzaranın seyredilmesi öneriliyor. Biz ne yazık ki vakit darlığından gündüz çıkabildik tepeye ve biraz sis mağduru olduk, manzaranın ancak resimdeki kadarını görebildik.
Hong Kong'un benim aklımı başımdan alan en önemli özelliği ise yemek konusunda sunduğu sınırsız çeşitlilikti. Öyle ki; oraya vardığımız ilk gün arkadaşlarımızın hazırladığı bizim de çok özlemiş olduğumuz muhteşem Türk kahvaltısının akabinde, akşam yemeği için dünyanın en iyi Japon restoran zincirleri arasında yer alan Zuma'ya gittik. Burada yaşanılan hazzı kelimelerle ifade etmek mümkün değil fakat tabi ki yediklerimizi listelemek istiyorum. Yukarıdaki resimde soldan sağa:
chili biberli ve susamlı edamame (soya fasulyeleri);
farklı bir şekilde kızartılmış ve yağı hiç hissedilmeyen kalamarlar;
ton balığı, yellow tail, sword fish (kılıç balığı), somon gibi çiğ balıklardan oluşan sashimi tabağı -çiğ balık diyince bazılarınıza ne kadar rahatsız edici geldiğini tahmin edebiliyorum ama inanın bana düşündüğünüz gibi değil :)
sarı kuyruklu yellow tail balığından yapılan carpaccio;
muhteşem ötesi bir sushi tabağı;
cod fish (morina) tabağı;
gyoza (buharlanıp kızartılmış çin mantısı) -
bunu ben de yapmıştım hatırlarsanız, tarifi burada;
beef sushiler (et ile yapılmıştı);
ve gecenin assolisti Wagyu beef tabağı (dünyanın en yumuşak eti olarak bilinen Kobe beef'in aynısı, tek farkı Avusturalya veya ABD menşeili olmasıymış fakat lezzet ve dananın yetiştirilişi tamamen aynı)
Bu dana etli noodle ise abartmıyorsam hayatımda yediğim en lezzetli noodlelardan birisiydi. Arkadaşımız Serhan, kendi keşfi olan, bir sokak arasında konuşlanmış, son derece salaş bir lokantada bizi bu muhteşem noodle tabağı ile tanıştırdı. Tadı damağımdan gitmedi bir türlü.
Bir başka gecenin muhteşem menüsü ise klasik bir Hong Kong deniz mahsülleri lokantasında yediğimiz sarımsak ve chili ile yoğun miktarda lezzetlendirilerek kızartılmış, bol etli yengeçlerdi. Beraberinde yediğimiz bol sarımsaklı, soyalı sos ile servis edilen buharlanmış karidesler ise unutulamayacak güzellikteydi. İstiridye soslu ve bol chili biberli midyeler de aynı şekilde bizi kendimizden geçirdiyse de birinciliği yengeç ve karides arasında paylaştırıp, 2. liği midyelere verdim.
Bunun yanında bir başka akşam yemeğimizi benim isteğim üzerine Vietnam lokantasında, diğerini ise çoğunluğun talebi üzerine İtalyan pizzacısında yedik. Çok merak ettiğim Vietnam yemeklerini ilk defa deneme fırsatı buldum. Çok enteresan sarmaları var. Sushiye benzeyen fakat marul yaprağı veya rice paper denilen ince pirinç yufkası içerisine karides, pirinç, mantar çeşitli yeşillikler sarılarak yapılan ve soslar eşliğinde yenilen bu sarmalar, neredeyse hiç yağsız fakat oldukça lezzetliydi. Pirinç yufkalarından edindim, yakında Vietnam sarması deneyimlerim olacak. Vietnam lokantasında çektiğim fotoğraflar ne yazık ki pek iyi çıkmadı. Bu yüzden tüm yemekleri paylaşamasam da marullu ve pirinç yufkalı sarmaların olduğu fotoğraflardan iki tanesini paylaşmak istiyorum.


Gündüzleri Hong Kong'da yapılabilecek en keyifli faaliyet sanırım alışveriş :) Çok şık mağazaların ve alışveriş merkezlerinin yanı sıra sokaklarda kurulan yiyecek, giyecek ve eşya pazarları, benim gibi pazar gezmeye doyamayanlar için harika bir fırsat. Çantalar, giyecekler, elektronik eşyalar, seramikler, lambalar, el işleri, oyuncaklar aklınıza gelebilecek hemen her şey bu pazarlarda talipleriyle buluşuyor.
Yiyecek pazarlarındaki bolluk ve çeşitliliği gözlemlemek ise ayrı bir keyif. Birbirinden taze, envai çeşit deniz ürününü bir arada görmek yemek yemeye kafayı takmış olanların aklını başından alıyor.
Adını bildiğim bilmediğim, çeşit çeşit yeşillikler, sebzeler ve meyveler ise tam seyirlik. Uzak Doğuluların peyniri olarak bilinen, soya fasülyesinden üretilen tofunun; ev yapımı formatta ve farklı çeşitlerde, sadece tofu ve soya filizi satan bir pazar standında satılmasını ayrıca ilginç buldum.